GÜL YAPRAĞI

Uzak doğuda bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri konuk ediyordu. Bu tapınağa kabul edilebilmenin şartı incelik, istediklerini konuşmadan anlatabilmek, açıklayabilmek ve anlatılanı anlayabilmekti.

 

Bir gün tapınağın kapısına yeni bir yabancı geldi. Yabancı kapıda sessizce durdu ve beklemeye başladı. Kapının üzerinde herhangi bir zil, çan veya tokmak yoktu. Çünkü burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu. Bir süre sonra kapı açıldı. Kapıyı açan Budist rahip kapıda bekleyen yabancıya dikkatlice baktı.

Bu selamlaşmadan sonra, yabancıyla rahibin sessiz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, bu tapınağa girmek ve burada kalmak istediğini anlattı sessizce.

Budist rahip bu mesajı alınca, bir süre ortadan kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla geri dönüp, elindeki kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir ziyaretçiyi kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Kabı alan yabancı, tapınağın bahçesine doğru yöneldi. Güllerin olduğu alana gidip, aldığı bir gül yaprağını içi su dolu kabın içine bıraktı. Ve bu kabı, Budist rahibe götürdü. Gül yaprağı, suyun üzerinde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

 

Bunu gören Budist rahip yabancının önünde saygıyla eğilerek kapıyı açtı ve onu içeri aldı. Yerleri olmasa bile, suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı. Bu sevgiydi, sevgiye her zaman yer bulunurdu.

Hikaye böyle diyor,

Suyu taşırmayan bir gül yaprağı olabilmek. Peki hiç düşündük mü acaba biz, en son, ne zaman suyu taşırmayan bir gül yaprağı gibi olabildik?

Ya da yaşamımız boyunca, bir kere bile olsa, mecazen anlatılan bu inceliği bu hafifliği yaşayıp, karşımızdaki kişiye de bunu yaşatabildik mi ?

Bunu yaşayıp yaşatabilmek için gerekli hassasiyete sahip olduk mu?

Ya da böyle bir şeyin varlığından haberdar mıyız?

 

Değerli dostlarım!

Suyu taşırmayan gül yaprağı olabilmek için, işe önce kendimizden başlamalıyız.

İçimizi, gereksiz endişelerden, korkulardan, kötülüklerden ve kıskançlıklardan arındırmalıyız. Her alanda olduğu gibi bu sayılanları başarabilmek çok önemli…

 

Bütün bunlar bizi kendimizle barışık bir hale getirirken aynı zamanda da hafifletecektir.

Kuşkusuz, içi fesatlıkla, karanlıkla ve korkuyla kaplı kişi, önce kendi öz değerlerini keşfedemez, bulamaz. Karanlıklar ve korkuların tümü insanı yukarı doğru değil, aşağıya  doğru çeker.

Oysa yaşamak, yaşatmak/seyretmek dururken, beşeriyetin batağında boğulmak neden? Etrafıma bakıyorum da 'suyu taşırmayan gül yapraklarına' ne kadar çok ihtiyacımız var.

Ne yazık ki inceliğin ve saygının azaldığı bir döneme doğru gidiyoruz. Kendisine ve başkalarına saygısı olmayan karmakarışık sadece maddeyi öne alan garip bir topluluğa dönüştük. Gül yaprağının hafifliğinin yerini, suyu dökenler, hatta kabı düşüncesizce kıranlar aldı.

Saygıyı öğrenmeden başkasından saygı ve incelik bekleyenler, acaba, saygıyı ve inceliği gerçekten kaç kişiye gösterebildiler?

 

Sorumluluk getireceği için düşünmekten ve eylemden korkanlar, eleştirilmekten korktuğu için konuşmaktan korkanlar, yaşamayı bilmediği için ölmekten korkanlar, silkinip kendine gelmeden asla 'suyu taşırmayan gül yaprağı' olamazlar…

Metin DALGIÇ
3.Kademe Ant.  / 6. Dan